Son günlerde işportacı fikir arkeologlarının çoğaldığı, bilgi noksanlığı, kaygısız kimselerin uydurmaları ve diğer düşünce anarşistlerinin gazetelerdeki neşriyatı hakiki bilgilere üzüntü verdiği gibi bir nevi tahkir mahiyetini alıyor.
Bayezi-i Veli’nin oğlu Yavuz Sultan Selim’in resmi hakkında tuhaf ve garip uydurma fikir spekülasyonu devam ediyor.
Osmanlı padişahları içinde olgunluk çağında iki sultanın sakalı yoktur.
Sakal bırakmamışlardır.
Sebebi vardır.
Bu sebep maddî değildir.
Maddeye bürünmüş mânevî bir hürmet ve mucburiyet meselesidir.
1- Yavuz Sultan Selim
2- Sultan Vahideddin
Sultan Selim’e niçin “Yavuz” lâkabı verilmiştir.
Sebebi vardır.
Kim bu ismi koymuştur?
Yavuz’un vücudu çok kıllıdır.
Köse değildir.
Hatta ölümüne sebep olan sırtında çıkan sivilceyi sıktırmış bu yara azarak ciğerine kadar işleyerek ölümüne sebep olmuştur.
Şir-i pençe “Antraks” vücudun kıllı mıntıkalarında husule gelir, izahı tıp kitaplarında vardır. Hatta Fransız cerrahlarından Prof-Hartmann’ın kitabında Şir-i pençeyi salip seklinde yarın ve etrafındaki kılları traş etmeyin sözü yazılıdır.
Viyana’da bir resim bulunmuş.
Gür sakallı Yavuz’un resmi bu imiş.
Bunda köselik yoktur.
Yavuz köse ise bu resim niçin Yavuz’a atfedil miştir.
Sağ kulağında bir küpe vardır.
Bu küpe “Hâtem” dir.
Mısır seferinde Yavuz emâneti mübareke ve hilâfeti aldığında Mısır sultanının 99 adet büyük inciden yapılmış ve ucunda eski 5 kuruşluk büyüklüğünde bir hâtem takılı idi.
Bunu Yavuz sağ kulağına takmıştır.
Sol kulağına değil.
Ruhî ve tıbbî sebebi vardır.
Bu hâtemi kim taktırmıştır.
Tomar-ı Osmani’de yani arşivde ve Şemseddini Sami Bey’in Kamus-u Alâm’ında bunun hakkında malûmat vardır.
Hacı Bektaş-ı Velî’ye giderek kulağını deldirmiş küpe taktırmış, Yeniçerileri bende etmek için...
Bunlar hikâye bile değildir, isbata bile lüzum yoktur.
Zira uydurma iddayı isbata çalışmak aynı bilgisizliğe iştirak olur.
Hacı Bektaş-ı Velî zamanında Osmanlı Devleti yoktu.
Selçukiler vardı.
Yeniçeri denilen bir teşkilât da yoktu.
Sonra Yeniçeriler Hacı Bektaş-ı Velî’yi asırlarca sonra Pir kabul ederek, alevi tarafını tutarak Yavuz’a küfür bile etmişlerdir.
Hacı Bektaş-ı Velî, istanbul’un fethinden evvel yaşamış.
Osmanli imparatorluğu yok o zaman.
Selçuki devri.
Yavuz Selim Şam seferini yaptıktan sonra Mısır’ın fethine gitti.
Bu gidişde o zaman Süveyş kanalı olmadığı hâlde 9 günde Şam’dan cenube doğru giderek Sina çölünü ordusu ile geçmiş ve Kızıl deniz kıyısından Mısır’a varmıştır.
Hatta paşalar ve vezirler Sina çölünü geçmek zordur, asker kırılır meselesini Yavuz’a bir türlü açamamışlar.
Yavuz’un lalasını öne sürmüşlerdir. Yavuz da lalaya:
“Senin boynun mu kaşınıyor lala” demiş.
Ve sabah namazını kıldıktan sonra Şam’ın Cebeli esvedler silsilesinden Sina çölüne girmişlerdir.
Bir müddet gittikten sonra bir öğle vakti Yavuz attan inerek kum üzerinde 4 elle bir iki kilometre gitmiş.
Sonra oturmuş dua etmiş, ağlamış.
Tekrar atına binerek Sina çölünü zayiatsız geçerek Kızıldeniz kıyısından tekrar kuzuye dönerek Süveyş kanalının o zaman olmadığı yerden Mısırı fethetmiştir.
İstanbul’a geldikten 3 ay sonra çöldeki bu hâlini kendisine münasip ve sakin olduğu zamanda sormuşlar.
Ağlayarak anlatmış.
önde yalın ayak baş açık Resûl-ü Ekrem gidiyordu, ben atta nasıl yürüyebilirim demiş ve Resûl-ü Ekrem’i uzun saçlı, sakalsız gördüğünü ifade etmiştir.
Ve bundan ötürü Yavuz sakal bırakmamıştır.
Şu lafları tomarda bulabilirsiniz.
Fakat bugünkü zihniyet buna güler geçer.
Hayal bile olsa hakikat budur.
Geçmişin büyüklerine, söyledikleri sözlere hürmet etmek gerekir. Bunları kurculamak insana yaraşmaz.
Mânâsız gibi görünen şeylerin içinde bile mânâlar vardır.
Bu yumak sarmakla bitmez.
Sükût etmek en doğru iştir.
İşporta : (Arnavutça) Seyyar satıcı tezgahı. * Yayvan yemiş sepeti.
Şir-i pençe : Aslan pençesi.
Hâtem : Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. * Son. En son.
Lala : f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. * Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere "lâla" istihdam ederlerdi. Lâla, görünüşte hizmetkâr vaziyetde idiyse de, terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur;
esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için çocuklar da kendisine bir mürebbi, bir hoca gibi tâzim ve hürmet ederlerdi.